
İnsan
vücudundaki işlemlerin çok büyük bir bölümü, dolaşım sisteminin
birbiriyle bağlantılı ve son derece kompleks yapısı sayesinde
gerçekleşir. Dolaşım sistemi, insan vücudunda bulunan yaklaşık 100
trilyon hücreyi tek tek dolaşarak besleyen bir damarlar ağıdır. Bu
bölümde, kalp, damarlar ve kan gibi daha birçok parçadan oluşan bu
kompleks sistemle ilgili üzerinde düşünülmesi gereken konulara
değineceğiz.
VÜCUDUMUZUN İÇİNDE AKAN YAŞAM NEHRİ: KAN
Bütün canlılarda hücrelere besin taşınması, atık maddelerin vücuttan
uzaklaştırılması ve solunum gazlarının hücrelere ulaştırılması gibi
ihtiyaçlar, dolaşım sistemiyle taşınan maddeler aracılığı ile
karşılanır. İnsanlarda bu işlemlerin tümünü gerçekleştiren sıvı ise
“kan”dır. Ayak parmağınızın ucundaki bir deri hücresinden, gözünüzde
bulunan özel bir dokunun hücresine kadar vücudunuzda bulunan bütün
hücreler kana muhtaçtırlar.
Kan, vücudu bir ulaşım ağı gibi saran damarlar içinde akar ve insan
vücudunun her noktasını ziyaret eden uçsuz bucaksız bir nehre benzer. Bu
nehir, vücuttaki yolculuğu sırasında hücrelerin ihtiyacı olan maddeleri
paketler halinde taşır. Nehrin taşıdığı bu paketleri bir kargo paketi
olarak nitelendirecek olursak, bu paketlerde yiyecek, su ve bazı
kimyasal maddeler bulunur. Ulaştırılması gereken en acil paket ise
oksijendir. Çünkü hücreler oksijensiz kalırlarsa kısa bir süre içinde
ölürler. Ancak vücutta kurulmuş olan kusursuz sistem sayesinde
paketlerin tümü hücrelere tam zamanında taşınır ve hep doğru adreslere
teslim edilir.
İnsan günlük hayatında vücudundaki bu nehrin
akışını hiç hissetmez. Ancak insan vücudu o kadar mükemmel bir sanatla
tasarlanmıştır ki, bedenin her noktası damarlarla kaplı olduğu halde,
dışardan bakıldığında bu damarlar belli olmaz. Çünkü insan vücudunu
kaplayan 2 mm. kalınlığındaki deri tabakası damarları ustalıkla gizler.
Bu tabaka aslında o kadar incedir ki, deride meydana gelen en küçük bir
çizik bile kanın dışarı sızmasına neden olur. Eğer damarlar, incecik ve
estetik bir deri ile gizlenmeselerdi, kuşkusuz dünyanın en güzel insanı
dahi yüzüne bakılamayacak kadar çirkin ve itici bir görüntüye sahip
olurdu.
Kanın vücut içinde çok fazla görevi vardır. Atıkların ve zehirlerin
karaciğere taşınması, savunmaya destek olma, bir klima cihazı gibi vücut
ısısının ayarlanması ve besinlerin ilgili yerlere ulaştırılması gibi
pek çok hayati görev kan vasıtasıyla yerine getirilir. Vücut içindeki
haberleşmenin tamamına yakın bir bölümü de kan tarafından sağlanır.
KANIN HAYATİ GÖREVLERİ VE TAKLİT EDİLEMEYEN ÖZELLİKLERİ
1. Taşıma Sorumlusu
 |
Vücudumuzdaki bütün hayati işlemler dolaşım sistemi
sayesinde gerçekleşir. Soldaki resimde gördüğünüz damarlar ağı sayesinde
görür, duyar, nefes alır, yürür kısacası yaşamımızı sürdürürüz.
|
|
Vücudunuzun ihtiyacı olan her türlü madde kan
vasıtasıyla ilgili organlara taşınır. Glikoz, aminoasit, vitamin,
mineral gibi besinler ve en önemlisi oksijen bunlardan bazılarıdır.
Ayrıca kan, hücrelerin atıklarını toplayan bir çöp ünitesi gibidir.
Vücutta bulunan yaklaşık 100 trilyon hücrenin her birinin günlük olarak
gerçekleştirdiği işlemler sonucunda bazı atıklar ortaya çıkar.
Karbondioksit, üre gibi vücut için zararlı olan bu atık maddelerin
hücrelerden uzaklaştırılarak vücuttan atılması da kan vasıtasıyla
gerçekleşir. Kan atık maddeleri böbreklere taşır ve bu maddeler
böbreklerde temizlenir. Hücrelerde üretilen zehirli karbondioksit gazı
ise yine kan tarafından akciğerlere taşınır ve burada vücuttan atılır.
Bu işlemleri gerçekleştiren ise, bilinçsiz kan hücreleridir. Ancak bu
hücreler, son derece bilinçli bir şekilde, kanda taşınan atık maddeleri
ve yararlı maddeleri birbirlerinden ayırt edebilmekte, ve hangisinin
nereye bırakılacağını çok iyi bilmektedirler. Örneğin hiçbir zaman
zehirli gazları böbreklere veya atık maddeleri akciğere taşımazlar. Ya
da, besin ihtiyacı olan bir organa atık maddeleri götürmezler. Kuşkusuz,
böyle bir şaşkınlık, o insanın ölümüne dahi sebep olabilecek kadar
ciddi bir hata olurdu.

Damarlarda hareket eden kan hücreleri |
Kan hücrelerinin, hiçbir şaşırma, karıştırma, aksatma ve
hata olmadan, son derece bilinçli bir şekilde görevlerini yerine
getirmeleri, onların kontrol edilip düzenlendiğini, organize edildiğini
göstermektedir. Bunu yapan, insanın kendisi değildir ve olamaz da. Çünkü
insan bu işlemlerin herhangi birinden haberdar olmadan bir ömür sürer.
Ancak dolaşım sistemi yine de kusursuzca işlemeye devam eder.
Kan hücrelerinin, bu ayrıştırma, seçme ve karar verme yeteneklerini
tesadüfen kazanmış olduklarını, bunları kendi iradeleriyle
gerçekleştirdiklerini öne sürmek ise en mantıksız ve akıl dışı
iddialardan biri olacaktır. Kana tüm bu özellikleri verenin ve kusursuz
bir sistem yaratının üstün kudret sahibi olan Allah olduğu apaçık bir
gerçektir.
|
DARWINİZM’İN NE BÜYÜK BİR SAFSATA OLDUĞUNU GÖRMEK İÇİN SADECE BİR ÖRNEK YETER!
  Darwinizm,
tesadüfen meydana gelen milyonlarca olayın, cansız maddeleri
canlandırdığını, kusursuzca işleyen, eksiksiz tasarıma sahip yapıları
oluşturduğunu öne süren, son derece mantıksız bir iddiadır. Darwinizm’in
ne kadar büyük bir safsata olduğunu görmek için şu örneği okumanız dahi
yeterlidir.
Kandaki taşıyıcı proteinlerden biri olan albumin, kolesterol gibi
yağları, hormonları, zehirli safra kesesi maddesini ve penisilin gibi
ilaçları kendine bağlar. Daha sonra kanla birlikte vücutta gezerek,
topladığı zehirleri karaciğerde zararsız hale getirilmek üzere bırakır,
besin maddelerini ve hormonları ise gerekli oldukları yerlere götürür.
Şimdi bir düşünün ve kendinize şu soruları sorun:
-Albumin gibi atomlardan oluşmuş, hiçbir bilgisi, şuuru olmayan bir
molekül nasıl olur da, yağları, zehirleri, ilaçları, besin maddelerini
birbirinden ayırt edebilir?
-Dahası, nasıl olur da karaciğeri, safrayı, mideyi tanıyıp, taşıdığı
maddeleri şaşırmadan, yanılmadan, hiç hata yapmadan her seferinde doğru
yere ve ihtiyaç oranında bırakabilir?
Kanda taşınan zehirli maddeleri, ilaç ve besin maddelerini mikroskopta
görseniz -tıp eğitimi almadıysanız- bunları siz bile birbirinden
ayıramazsınız. Hangi organa hangisinin ne kadar miktarda bırakılması
gerektiğini ise kesinlikle tespit edemezsiniz.
İnsanların büyük bir çoğunluğunun, özel bir eğitim almadıkça
bilemeyecekleri bu bilgileri, şuursuz birkaç atomun birleşiminden oluşan
albumin molekülü bilmekte ve milyonlarca yıldır bütün insanlarda
görevini kusursuzca yerine getirmektedir. Kuşkusuz bir “atom
topluluğunun” böyle bir şuur gösterebilmesi, Allah’ın sonsuz kudreti ve
ilmi ile gerçekleşmektedir.
|
2. Askerlerin Taşınması

Devriye gezen bir savunma sistemi hücresi görülüyor |
Kanın bir diğer görevi de hastalıklarla mücadele eden
savunma sistemi hücrelerini taşımaktır. Vücuda giren virüs, bakteri gibi
yabancı maddeler kanda bulunan antikor ve lökosit adı verilen
savaşçılarla zararsız hale getirilirler. Ayrıca savunma sistemi
hücreleri kan nehri üzerinde devriye gezer ve bütün vücudu bu sayede
denetlerler. Dolayısıyla, vücuda giren yabancı bir madde, devriye gezen
bu savunma hücrelerinden biri tarafından derhal tespit
edilebilmektedir.
www.savunmasistemimucizesi.com/
3. Haberleşme
Kan aynı zamanda vücudun haberleşme yollarından birini de oluşturur.
İnsan vücudundaki hücreler arasında çok üstün bir haberleşme sistemi
vardır. Hücreler birbirleri ile -adeta her biri şuurlu birer
insanmışcasına- bilgi alışverişinde bulunurlar. Hücrelerin birbirlerine
gönderdikleri mesajlar (hormonlar) kan tarafından taşınır. (Detaylı
bilgi için bkz. Bedenimizdeki Muhteşem Haberleşme: Hormonal Sistem
Bölümü)
4. Yaraların Kapanması
Kan sıvısının en mucizevi özelliklerinden biri de ‘pıhtılaşma’
mekanizmasıdır. Pıhtılaşma sayesinde hasara uğrayan bir damarda meydana
gelebilecek olan kan kaybı en aza indirilmiş olur. Pıhtılaşma
mekanizmasında kanın içinde bulunan onlarca protein, enzim ve vitamin
bir düzen içinde görev alır. Bu özelliği ile pıhtılaşma mekanizması
bilim adamları tarafından kusursuz bir planlama ve tasarım örneği olarak
gösterilmektedir. (Detaylı bilgi için bkz. s.37-43)
5. Vücuttaki Dengelerin Ayarlanması
Kanın taşıdığı hayati kargo paketlerinden biri de “ısı”dır. Kanla dolu
damarlar, tıpkı bir binanın sıcak su taşıyan kalorifer boruları gibi
ısıyı bütün vücuda yayarlar. Ancak ısının kaynağı kalorifer örneğinde
olduğu gibi tek bir kalorifer kazanı değil, vücuttaki bütün hücrelerdir.
Kan sayesinde hücrelerin ürettikleri ısı bedene eşit olarak dağıtılır.
 |
Gün içinde yaptığımız hareketlerin temposuna göre
vücudumuzda çeşitli değişiklikler yaşanır. Örneğin vücut sıcaklığı
arttığı zaman beyindeki düzenleyici merkez (hipotalamus) kan
damarlarının genişlemesini ve ter bezlerinin harekete geçmesini
sağlar.(1) Bunun üzerine hemen vücut ısısı azalır. Vücudumuzda ısı kaybı
olduğunda da aynı düzenleyici merkez tam tersi işlem yaparak kan
damarlarının daralmasını ve titreme oluşmasını sağlar.(2) Bu
önlemlerden sonra vücut ısısı tekrar yükselir.
|
|
Eğer vücudumuzun ısı dağıtım sistemi olmasaydı oldukça
büyük sıkıntılar yaşardık. Kas gücüyle yaptığımız bir iş sonucunda,
örneğin koştuğumuzda bacaklarımız ya da bir yük kaldırdığımızda
kollarımız aşırı derecede ısınır, diğer bölgelerimiz ise soğuk kalırdı.
Bu dengesiz yapı, metabolizmamıza büyük zarar verirdi. İşte bu nedenle
ısının bedene eşit olarak dağıtılması son derece önemlidir.
Aynı şekilde bedenimizde fazla yükselen ısının düşürülmesi için de
terleme mekanizması ile birlikte kan devreye girer. Deri altındaki kan
damarları genişler ve böylece kanın taşıdığı ısıyı havaya bırakması
kolaylaştırılmış olur. Bu nedenle yüksek tempolu fiziksel işler
yaptığımız zaman, damarların genişlemesi sonucunda yüzümüz kızarır. Kan,
vücut ısımızın korunmasında da büyük rol oynar. Üşüdüğümüzde ten
rengimiz beyazlaşır. Çünkü derimizin altındaki kan damarları havanın
soğukluğuna göre daralır. Bedenimizde havaya yakın bölgelerdeki kan bu
şekilde azaltılmış olur ve vücuttaki soğuma minimuma indirilir.
YÜZEN HÜCRELERDEN OLUŞAN BİR DOKU
Kan yapı olarak vücudun diğer sıvılarından farklıdır. Kan aslında bir
anlamda dokudur; tıpkı kemik veya kas dokusu gibi. Ancak bir dokuyu
oluşturan hücreler birbirlerine sıkı sıkıya tutunurken, kan dokusunu
oluşturan hücreler birbirlerine yapışık olmayan hücrelerden
oluşmaktadır. Alyuvar, akyuvar ve trombosit ismi verilen kan hücreleri,
kan plazması içinde serbestçe dağılmış olarak dolaşırlar.
Kan %55 plazmadan, %45 de kan hücrelerinden oluşur. Plazmanın %90-%92′si
su, geri kalan bölümü ise plazma proteinleri, aminoasitler,
karbonhidratlar, yağlar, hormonlar, üre, ürik asit, laktik asit,
enzimler, alkol, antikorlar, sodyum, potasyum, iyot, demir, bikarbonat
gibi elementlerden oluşur. İşte kan hücreleri bu kompleks sıvının içinde
yüzerler.
KANI OLUŞTURAN PARÇALAR
Küçük Kırmızı Hücreler: Alyuvarlar
İnsan bedeninde bulunan yaklaşık 25 trilyon küçük kırmızı hücre hiç
durmadan yük taşır. Alyuvar isimli bu hücreler, kan sıvısı içinde bütün
vücudu baştan aşağı dolaşır ve yerine göre oksijen ya da karbondioksit
taşırlar. Ancak bu basit bir taşıma işlemi değildir. Öncelikle hücrenin
bir madde taşıyabilmesi için özel bir yapısının olması gerekmektedir.
Örneğin oksijen taşıyacak hücre için en ideal şekil hücrenin yassı
olmasıdır. Çünkü bu yassı şekil hücrenin yüzey alanını artıracak ve
oksijenle temasını kolaylaştıracaktır. Nitekim alyuvar hücresinin biçimi
yuvarlak ve yassı bir yastığı andırır. Bu sayede alyuvarlar mümkün
olduğunca çok oksijen atomuyla temas edebilecek bir dizayna sahiptirler.
 |
Mikroskopla incelendiğinde kanın içinde birçok farklı
hücre türü olduğu görülecektir. (solda) Kanda sayıca daha çok olan
kırmızı kan hücreleri kana rengini verir. Bu hücreler oksijenle yüklü
olduğunda kanın rengi kırmızı olur. Aksi takdirde kan pembemsi bir
kahverengiye bürünür.
|
|
Olağan koşullarda vücutta saniyede yaklaşık 2.5 milyon alyuvar üretilir.
2 Alyuvar
sayısının dengede tutulması vücut için hayati önem taşımaktadır.
Herhangi bir nedenle örneğin vücut ısısının azalmasıyla birlikte alyuvar
sayısında artma görülmesi önemli rahatsızlıklara yol açar. Vücut ısısı
aşırı düştüğünde kan sıvısının azalmasına karşılık, alyuvar sayısı aynı
kalır. Birim hacme düşen alyuvar sayısının artması ile birlikte kanın
akıcılığı azalır. Bu da damarlarda tıkanmaya neden olur ve kalbin
çalışmasını zorlar. Bu nedenle alyuvar sayısının belirli bir dengede
olması insan yaşamı için hayatidir.
Vücuttaki taşıma işlemi için hücrenin şeklinin yassı olması tek başına
yeterli değildir. Oksijeni taşıyan, fakat hücreye kullanabileceği
şekilde sunamayan alyuvarların hiçbir anlamı yoktur. Çünkü vücut
hücrelerinin, oksijeni kendilerine bağlayacak özel moleküllere ihtiyacı
vardır. Bu molekül oksijenle üç boyutlu bir yapıda en ideal şekilde
birleşmeli ve oksijeni güvenle taşımalıdır. Ancak oksijene çok da sıkı
bağlanmamalı, oksijen verilecek hücreye geldiğinde, oksijenden kolayca
ayrılabilmelidir. Kısacası oksijenin taşınması ve gereken yerlerde
kullanılabilmesi için kendine has bir tasarıma sahip çok özel bir
moleküle ihtiyaç vardır. İşte bu molekül alyuvarlara -dolayısıyla kana-
kırmızı rengini veren hemoglobin molekülüdür. Hemoglobin birbirinden
farklı iki işlev yapabilmesi nedeniyle bilim adamları tarafından
“olağanüstü bir molekül” olarak nitelendirilmektedir.
Hemoglobin akciğerdeki oksijeni alırken, karbondioksidi bırakır ve
oradan kaslara geçer. Bu sırada kaslar da besinleri yakıp karbondioksit
oluşturur. Hemoglobin molekülü kaslara ulaştığında öncekinin tam tersi
bir işlev görerek oksijeni bırakıp karbondioksidi alır. Bu çok şuurlu ve
disiplinli bir hareket şeklidir.
 |
 |
|
Hemoglobin oksijenin taşınması için gerekli olan en uygun tasarıma sahip bir moleküldür.
|
|
Bilim adamları, 1996 yılında, alyuvarların yapısındaki
hemoglobin moleküllerinin oksijeni taşımaktan başka, yaşamsal önem
taşıyan bir diğer molekülü daha taşıdıklarını keşfettiler. Bu molekül,
azotmonoksittir (NO). Hemoglobinin azotmonoksit gazını taşımasının çok
önemli bir nedeni vardır. Hemoglobin, azotmonoksit gazının yardımıyla
dokuya ne kadar oksijen verileceğini denetler. Dolayısıyla, bu gazın
hemoglobin tarafından taşınması insan hayatı ve sağlığı açısından son
derece önemlidir.
Hemoglobinin kusursuz molekül yapısı ve işlevleri bilim adamlarının da
dikkatini çekmiştir. Evrimci Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution
Mystery (Büyük Evrim Gizemi) adlı kitabında, hemoglobin hakkında şunları
yazmıştır:
Kanın oluşumu, tek başına bir saga destanı
gibidir. Çoğunun yeterince anlaşılmadığı en az 80 unsurdan oluşur. En
büyük öneme sahip olan bileşen ise hemoglobindir. Hemoglobin akciğerdeki
oksijeni alırken, karbondioksiti bırakır ve oradan kaslara geçer. Orada
ise tam tersi işlevi yapar, oksijeni bırakıp, karbondioksiti alır.
Kaslar besinleri yakıp karbondioksit oluşturur. Bir arabanın akaryakıt
yakıp karbonmonoksit üretmesi gibi. Bu madde gerçekten olağanüstü bir
moleküldür ki, bir anda oksijene karşı birleşme eğilimi gösterirken,
birkaç saniye sonra bu eğilimini kaybeder. Bir anda tercihi
karbondioksite bağlı olarak değişir. Bu da onu daha da dikkate değer
yapar. Yaptığı işe uyum gösteren daha iyi bir örnek yoktur. Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery, Harper&Row, Publishers, New York: s.108
 |
Nerede, ne zaman, nasıl davranacağını çok iyi bilen hemoglobin molekülü Allah’ın ilhamı ile hareket etmektedir.
|
|
Taylor’ın da özetlediği gibi, hemoglobin molekülü adeta
şuur sahibi bir varlık gibi gerektiği yerde ve zamanda gereken seçimi
yapabilmektedir. Yalnızca oksijeni taşımakla kalmayıp, hemoglobin,
oksijene acil gereksinimi olan bir kasın yanından geçerken bu oksijeni
bırakması gerektiğini hemen anlamakta, bu sırada açığa çıkan
karbondioksiti alması ve nereye bırakması gerektiğini de bilerek hareket
etmekte ve yeni yüküyle birlikte akciğerlere doğru yola çıkmaktadır.
Hemoglobin molekülü hiçbir zaman oksijen ile karbondioksiti birbirine
karıştırmamaktadır ve daima doğru adrese gitmektedir.
Bir molekülün düşünme, karar verme, seçme ve tercih yapma gibi
özellikler gerektiren bu gibi davranışlarda bulunması elbette ki
düşündürücüdür.
Bu molekülün sergilediği olağanüstü şuur sayesinde tüm insanlar
yaşamlarını rahatlıkla sürdürebilmektedir. İnsan vücudunda saatte
ortalama 900 milyon alyuvar üretilir. Sadece bir alyuvar hücresinde ise
yaklaşık 300 milyon hemoglobin molekülü bulunur. Bu moleküllerin tümü bu
işlemleri hiçbir karışıklık çıkmadan yapabilecek özelliklere sahiptir.
İnsan vücudunda bulunan bütün hemoglobin moleküllerinin sayısı ve bu
moleküllerin hepsinin istisnasız aynı yeteneklere sahip oldukları
düşünüldüğünde konunun önemi daha net anlaşılmaktadır.
Böyle bir seçiciliğin tesadüfen ortaya çıkamayacağı, tesadüflerin insan
vücudundaki milyarlarca hemoglobine bu özellikleri kazandıramayacağı
akıl sahibi her insan için çok açık bir gerçektir. Hemoglobin molekülünü
yaratan ve her insanın vücuduna tüm özellikleriyle birlikte yerleştiren
Allah’tır.
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka İlah yoktur.
Herşeyin Yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, herşeyin üstünde
bir vekildir. (En’am Suresi, 102)
|
OKSİJENİN HEMOGLOBİNE BAĞLI DAĞILIMI EVRİMCİLER İÇİN BİR ÇIKMAZDIR
Kanın, oksijen dağıtıp, karbondioksit alma işlevini hemoglobin olmadan
yapamaması evrimciler için bir açmazdır. Çünkü evrimciler kanın da insan
vücudundaki diğer sistemlerin de zaman içinde aşama aşama gelişmelerle
meydana geldiğini iddia ederler. Yani bu iddiaya göre kanın var olduğu
ama içinde hemoglobin molekülünün henüz bulunmadığı bir dönem vardır.
Oysa bu evrim teorisi açısından büyük bir çelişkidir. Kan denen sıvı
hemoglobin molekülü olmadan işlevini yerine getiremez ve hücrelerine
oksijen ulaşmayan canlı hemen ölür. Bu canlının hemoglobin molekülünün
oluşumunu bekleyecek zamanı yoktur. Görüldüğü gibi kan oluştuğu anda
hemoglobinin de oluşması gerekmektedir. Yani kanın, tüm özellikleri ve
yapıları ile birlikte tek bir anda ortaya çıkması şarttır. Evrimcilerin
aşamalı oluşum iddiaları bu noktada tamamen çökmekte ve kanın Allah
tarafından tek bir anda yaratıldığını ortaya koymaktadır.
|

ALYUVARLARIN ŞEKLİNDEKİ HİKMET
Alyuvar hücrelerinin biçimi daha önce de belirtildiği gibi yuvarlak ve
yassı bir yastığı andırır. Bu yassı şekil hücrenin yüzey alanını artırır
ve oksijenle temasını kolaylaştırır. Oksijenin kolay taşınması için bu
en ideal şekildir. Bu şeklin bozulması durumunda vücutta son derece
ciddi hastalıklar ortaya çıkar. Orak hücreli anemi denilen hastalık
türünde alyuvarlar “hemoglobin S” denilen anormal hemoglobin tipini
içerirler. Bu hemoglobin, oksijensiz kaldığı zamanlarda alyuvar içinde
uzun kristaller halinde çöker. Bu kristaller de hücreyi uzunlaştırarak
bir çeşit orak şeklini almasına neden olurlar. Alyuvar oraklaşınca,
kandan dokulara oksijen geçişi zorlaşır. Bu durum oksijen azlığına ve
oraklaşmanın artmasına neden olur. Bir süre sonra alyuvar kütlesi
azalmaya başlar ve hastalık birkaç saat içinde çok tehlikeli boyutlara
ulaşabilir.
 |
Normal alyuvarlar damarlardan kolaylıkla geçer (1),
bozularak oraklaşmış alyuvar hücreleri (2) ise damarlarda tıkanmaya yol
açar. (3)
|
|
Bu gibi hastalık halleri dışında hemen hemen bütün
insanlarda alyuvarların şekli aynıdır. Bu şekil sayesinde her insanın
vücudundaki oksijen kolaylıkla gereken yerlere taşınır. Şu anda yaşayan,
geçmişte yaşamış olan ve gelecekte de yaşayacak olan bütün insanların
alyuvarlarının şeklinin yassı ve yuvarlak bir yastık şeklinde olması
elbette ki tesadüflerle açıklanması mümkün olmayan bir durumdur. Allah
herşeyin en kusursuzunu bilen, herşeyi en ince ayrıntısına kadar tedbir
edip düzenleyendir. Tüm alemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı çok yücedir.
|
BENZERİ ÜRETİLEMEYEN MUCİZEVİ SIVI: KAN
 Kanda
gerçekleşen olayları inceleyen bilimadamları karşılaştıkları kusursuz
düzeni taklit edebilmek için çalışmalarını sürdürmektedirler. Ancak
bugüne kadar somut bir gelişme kaydedilememiştir. Hatta araştırmacılar
bu olağanüstü sıvıyı taklit etmeye çalışmaktan vazgeçmişler, kan ile
ilgili araştırmaların yönünü değiştirmişlerdir. Oksijen taşıyabilen
yedek bir sıvıyı üretmek için çalışmalar yürütmektedirler.
Ancak bilim adamları kan ile ilgili çalışma yaparken çeşitli zorluklarla
karşılaşmaktadırlar. Kanı damardan çektikleri anda kan
pıhtılaşmaktadır. Kan hücrelerinin mikroskop altında ve bedende aynı
şekilde hareket edip etmedikleri bilinmemektedir. Ayrıca kan ne plastik
hortumda ne de cam şişede tam anlamıyla canlı kalmadığı için içindeki
hücreler ayrı ayrı alınıp incelenmektedir. Bütün bunlar gözönünde
bulundurulduğunda bilim, canlı ‘kan’ı değil laboratuvardaki kanı analiz
ederek tanımaktadır. (R. von Bredow, Geo, Kasım 1997)
 Laboratuvarlarda
benzeri üretilemeyen bu olağanüstü madde insan ilk ortaya çıktığından
beri vücutta üretilmektedir. Bugün sahip olduğumuz yüksek teknoloji ile
taklidi dahi yapılamayan bir maddenin zaman içinde kendi kendine
tesadüflerin etkisiyle oluştuğunu iddia etmek akılcılıktan tamamen
uzaklaşmak demektir. Pek çok canlı türüne hayat veren bu madde Allah’ın
yaratışının açık delillerinden bir tanesidir.
|
ALYUVARLARIN ŞEKİL DEĞİŞTİRME YETENEĞİ
Alyuvar hücreleri tek bir kan damlasına 250 milyon tane sığacak kadar
küçük boyutlardadır. Bu alyuvarların damarlarda kolay hareket
edebilmesini sağlayan avantajlı bir durumdur. Ancak insan vücudunda çapı
bir alyuvar hücresinin çapından çok daha küçük kılcal kan damarları
vardır. Bu, ilk bakışta oldukça büyük bir problem gibi görülebilir.
Çünkü alyuvar hücresinin kendisinden çok daha küçük çapa sahip bir
kılcal damardan geçmesi gerekecektir. Bu zor işlem nasıl gerçekleşir?
İşte bu noktada alyuvarların esnek yapıları
devreye girer. Alyuvarlar yassı ve oldukça esnek yapıları sayesinde en
dar damarlardan bile rahatlıkla geçebilirler. Bu esneklik alyuvar
hücrelerinin sahip olduğu bir başka tasarım örneğidir. Eğer alyuvarlar
biraz olsun bu esnekliklerini kaybederlerse oldukça ciddi problemler
doğar. Örneğin bazı şeker hastalarının gözlerindeki hassas dokular,
esnekliklerini kaybetmiş alyuvar hücreleri tarafından tıkanır ve bu
durum ileri aşamada körlüğe neden olur. (Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat
1998, sf. 62 ) Tek bir örnekte bile görüldüğü gibi insan vücudunun her
parçasında var olan tasarım son derece hassas, kusursuz bir denge
üzerine kuruludur.
VÜCUTTAKİ GERİ DÖNÜŞÜM SİSTEMİ İLE SAĞLANAN EKONOMİ
İnsan vücudundaki geri dönüşüm sistemi de kusursuz bir
yapıya sahiptir. Her an çok sayıda işlemin gerçekleştiği vücudumuzda
sürekli zararlı atıklar, ölü hücreler, vücuda giren ve savunma sistemi
tarafından parçalanan yabancı maddeler ve daha pek çok gereksiz madde
dolaşır. Ancak bunların hiçbiri vücuda zarar vermez.
 |
Yanda vücuttaki demir emiliminin nasıl
gerçekleştiğini gösteren tablo görülmektedir. Sürekli yenilenen
alyuvarlar vücut için önemli bir demir kaynağıdır.
|
|
Çünkü vücutta bu maddeleri
dışarı atabilecek veya vücut içinde gereken işlemlerde değerlendirecek
sistemler mevcuttur. Örnek olarak sürekli yenilenen alyuvar hücrelerini
verebiliriz. Bu hücrelerin ömrü yaklaşık 120-130 gün kadardır. Yaşlı
alyuvarlar karaciğerde, dalakta ve kemik iliğinde ölürler. Ölen
alyuvarların yerine de sürekli yeni alyuvarlar üretilir. Her saniye 10
milyon alyuvar ölür ve yerine her gün 200 milyar yeni hücre oluşturulur
ve bu şekilde vücudun tüm alyuvarları yaklaşık dört ayda bir tamamen
yenilenmiş olur. The Circulatory System, Regina Avraham, The Encylopedia
of Health, Chelsea House Publishers, Bölüm 4, s. 49
Ölen alyuvarların içinde bulunan demir molekülü
de vücudumuzdaki ‘geri dönüşüm’ sistemiyle yeni alyuvarların üretiminde
kullanılmak üzere depolanır. Bu mükemmel bir endüstriyel planlama
örneğidir. Böyle bir planlamanın kendiliğinden ortaya çıkamayacağı
açıktır. Alyuvarları bu özellikleriyle birlikte yaratan Allah’tır.
Mikro Askerler: Akyuvarlar
Bir damla kanın içinde akyuvar adı verilen
yaklaşık 400 bin mikro asker bulunur. Hatta güçlü bir savunma yapılması
gerekiyorsa normal şartlar altında kanın her milimetrekübünde akyuvar
sayısı 7.000-10.000 arasındayken, birdenbire bu sayı 30.000′e kadar
yükselebilir.
Bu
askerlerin görevi vücudu mikro düşmanlardan korumaktır. Akyuvarlar
vücuda ait olmayan canlı cansız herşeyi yok etmek için
programlanmışlardır. Bu nedenle vücuda giren bakterileri, virüsleri ve
tehlike meydana getirebilecek her türlü maddeyi arar, bulur, izler ve en
uygun anda yok ederler.
 |
Akyuvarlar gerek yaşam süreleri, gerekse
vücudun savunması için sahip oldukları diğer özellikleriyle çok açık bir
şekilde yaratılışı kanıtlar. Yanda çeşitli akyuvar resimleri görülüyor.
Sarı hücreler en küçük akyuvarlar olan lenfositlerdir.
|
 |
|
Akyuvarlar kandaki diğer
hücrelerden yapısal olarak farklılıklar gösterirler. Örneğin
alyuvarlarda çekirdek bulunmaz. Ancak akyuvarlar çekirdeklidir ve
içlerinde bütün organeller bulunur. Bundan başka akyuvarlar birkaç gün
hatta bir enfeksiyon sırasında birkaç saat yaşarlar. Bu kadar kısa bir
yaşam zannedildiğinin aksine vücudun savunması açısından oldukça
önemlidir. Çünkü savunma yapan yani yıpranmış olan akyuvar ölür ve daha o
ölürken yerine hemen sağlıklı ve savunma kabiliyeti çok daha yüksek
olan bir yenisi üretilir. – Arthur C. Guyton, Text Book of Medical
Physiology, W.B. Saunders Company, 7th Edition, s. 75
Akyuvarlar aslında tek tip hücrelerden oluşmaz. ‘Akyuvar’ farklı
askerlerden oluşmuş ve insan bedeni için çarpışan savaşçı hücrelere
verilen genel bir isimdir. Bu askerler iki ana gruba ayrılır. Birinci
grup, düşmanla ilk karşılaşan ve göğüs göğüse savaşan granülositlerdir.
İkinci grup ise düşmana karşı özel silahlar (antikor) üreten
lenfositlerdir.
Lenfositlerin kandaki diğer hücrelerden farklı bir özellikleri vardır.
Kanın dışında, dokularda yaşayan lenfosit sayısı, kanda yaşayan lenfosit
sayısına oranla çok fazladır. Bu hücreler dokularda -vücudun
derinliklerinde- adeta üs kurar ve dokuları mikroplara karşı korurlar.
Öyleyse kanın içinde lenfosit bulunmasının nedeni nedir?
Aslında akyuvarlar kanı bir taşıma aracı olarak kullanırlar. Akyuvarlar
adeta devriye görevi yapan bir jandarma birliği gibi vücudun her yerini
kanla birlikte gezerler, yaşlı ve güçsüz akyuvarların bulunduğu dokuları
büyük bir hızla takviye ederler. Böyle akılcı ve hızlandırıcı bir
sistemin, evrimcilerin iddia ettiği gibi tesadüfen gelişmiş olması
imkansızdır.
Şuursuz atomlardan oluşan bir hücrenin tercih yeteneğine, akla ve
bilince sahip olamayacağı, vücut savunması yapmasını sağlayacak
özellikleri kendi kendine edinemeyeceği açıkça ortadadır. Kaldı ki bu
küçük canlının diğer hücreleri korumak için savaşması oldukça önemli bir
ayrıntıdır. Gözle görülemeyen bir hücrenin kendisini sizin için feda
etmesi ve vücudunuzda aynı fedakarlığa sahip milyonlarca hücrenin
bulunması gözlerinizin önünde bulunan milyonlarca mucizeden biridir.
Akyuvarların yapısındaki mükemmellik, sahip oldukları fedakarlık,
savaşma bilgisi ve yeteneği kendi tercihlerinin değil Allah’ın onları bu
özelliklerde yaratmasının bir sonucudur. Bunun aksini kanıtlamaya
çalışanlar bugüne kadar hiçbir sonuca ulaşamamışlardır, bundan sonra
ulaşmaları da mümkün değildir. Allah Kendisini inkar etmeye çalışanların
çabalarını Nur Suresi’nde seraba benzeterek şöyle buyurmuştur:
İnkar edenler ise; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba
benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey
bulamaz ve yanında Allah’ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak
verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)
EVRİMCİLERİN BU KONUDAKİ MANTIK BOZUKLUKLARI
İnsan vücuduna her gün çok sayıda mikrop girer. Bu mikroplar savunma
sisteminin ilk aşamasında etkisiz hale getirilmeye çalışılır. Ancak
engellenemeyen bazı mikroplar ve yabancı maddeler dolaşım sistemine
girerek yaşamsal tehlike oluşturabilir. Bu tür mikroplara “antijen” adı
verilir. Vücut antijenlere karşı “antikor” adı verilen maddeler üreterek
onları yok etmeye ya da çoğalmalarını önlemeye çalışır. Antikor
antijene tıpkı anahtarın kilide oturması gibi üç boyutlu yapıda
kenetlenerek antijeni etkisiz hale getirir. Antikor ile antijen
arasındaki anahtar-kilit benzerliği bu sistemin anlaşılması açısından
üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir örnektir.
Doğada ortaya çıkan yüzbinlerce farklı antijene karşılık savunma
hücreleri ayrı ayrı antikor üretebilir. Bu yüzbinlerce kilide uygun
anahtarı vücut hücrelerinin anında üretebilmesi demektir. Bu elbette ki
mucizevi bir olaydır.
Fakat asıl ilginç olan laboratuvarda oluşturularak insan vücuduna
yerleştirilen yapay antijenlere karşı bile savunma hücrelerinin antikor
üretebilmesidir. Vücut hücreleri doğada bulunan kilitlere uygun anahtar
üretebildikleri gibi doğada hiç bulunmayan ve laboratuvarda üretilen
kilitlere göre de anahtar üretebilmektedirler.
Vücudun içindeki bir mekanizmanın dış dünya hakkında bu denli şaşırtıcı
bir bilgiye sahip olması elbette ki tesadüflerle açıklanamaz. Bir hücre
nasıl olur da yüzbinlerce yabancı maddenin bilgisine sahip olmanın
yanısıra, laboratuvarda yapay olarak üretilen çok farklı bir maddenin
(antijenin) de bilgisine sahip olabilir?
Savunma hücrelerinin, vücuttaki antijenleri bir şekilde
tanıdığını kabul etsek dahi, daha önce hiçbir şekilde karşılaşmadığı bir
antijeni de tanıyabilmeleri çok şaşırtıcıdır. Dahası, savunma hücreleri
vücuda yeni giren bu yabancıyı hemen teşhis ettikleri gibi, yabancıya
karşı kullanılacak etkili silahları da -uygun antikoru- anında tespit
edip üretmek için gerekli olan yetenek ve akla da sahiptirler. Teşhis
etme, tedbir alma gibi akıl, bilgi ve şuur gerektiren özelliklerle
donatılmış olan savunma hücrelerinin tesadüfen oluştuğunu söylemek,
önemli bir mantık hezimetidir. Evrimciler, savunma hücrelerinin, her
türlü yabancı maddeyi teşhis edebilme özelliğini kendi teorilerine göre
açıklayamadıkları gibi, son derece mantık ve bilim dışı izahlarla,
konuyu geçiştirmeye çalışırlar.
 |
Savunma sisteminin bir parçası olan B hücreleri vücuda
giren düşmanlara karşı birebir etkili olan ve antikor denilen silahlar
üreterek savunmaya katılırlar.
|
|
Savunma hücrelerinin yapay bir antijeni tanıma konusuyla
ilgili olarak evrimci bilim adamlarından Ali Demirsoy’un sözleri buna
örnektir:
Fakat yirminci yüzyılda yapay olarak
sentezlenen bir kimyasal maddeye karşı antikor yapma düzeneğini çok daha
önceden geliştiren bir hücre, kahin demektir. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s.420
Prof. Demirsoy aynı kitabında, bu konunun bugüne kadar bir açıklamasının olmadığını da şöyle itiraf etmiştir:
Plazma hücreleri bu bilgiyi nasıl ve
hangi formda elde ederek, ona göre özgül şekillenmiş antikoru
üretebilmektedir? Bugüne kadar bu sorunun kesin bir açıklaması
yapılamamıştır. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s. 416-420
Demirsoy bu ifadesiyle hücrenin olağanüstü birtakım özelliklere sahip
olduğunu kabul etmektedir. Çünkü “kahin” bazı bilgilere önceden sahip
olan kişiler için kullanılır. Bir hücrenin bilgi sahibi olması, üstelik
de bulunduğu ortamdan tamamen uzaktaki varlıklar hakkında bilgi sahibi
olması olağanüstü bir özelliktir. Cansız atomların birleşmesinden
meydana gelmiş bir hücrenin tesadüfen güçlü sezilere veya ileri derecede
bilgi ve kültüre kendi kendine sahip olması elbette beklenemez. Bunu
iddia etmek aklın ve mantığın sınırlarının dışına çıkmaktır.
Ancak, evrimciler çaresiz kaldıkları için canlıların yaratılıştan sahip
oldukları mucizevi özellikleri kabul ederler. Fakat bu sistemlerin özel
olarak yaratıldığını kabul etmemek, daha doğrusu Allah’ın varlığını
inkar etmek için bu mükemmelliğin sebebini başka yollarla açıklamaya
çalışırlar. Bu noktadan sonra evrimciler bilimsellikle hiçbir ilgisi
olmayan, yalnızca telkin yapmaya ve acizliklerini gizlemeye çalışan
açıklamalar yaparlar. “Bu bir evrim mucizesidir” veya “bu hücre adeta
bir kahin gibidir” gibi evrimin tılsımlı sözleriyle halkı “hipnotize”
etmeye çalışırlar.
Oysa burada olağanüstü bir durum vardır. İnsan vücudundaki, gözle
görülmeyecek kadar küçük ve sürekli yenilenen hücreler, doğada var olan
tüm düşmanlarını, daha onları görmeden tanıma, teşhis etme ve yok etme
yetenek ve donanımına sahiptirler. Böyle bir yapıyı tesadüflere
bağlamak, Allah’a inanmamayı kendilerine amaç edinmiş kişilerin içinde
bulundukları fikri aczi gösteren önemli bir örnektir.
Evrimcilerin, bu hücreleri, böylesine mükemmel işlev ve özelliklerle
oluşturduğunu ileri sürdükleri mekanizma ise mutasyonlardır. Demirsoy da
yine Kalıtım ve Evrim adlı kitabında, yukarıdaki sözlerine şöyle devam
eder;“Bu düzeneğin (antikorun antijeni tanıması) oluşması da rastlantı ile meydana gelen mutasyonlardır şeklinde savunulmaktadır.”
Yukarıdaki açıklamayı detaylı bir şekilde incelemek evrimci bilim
adamlarının başvurdukları oyunları anlamak açısından son derece
önemlidir. Yazar, bazı çevrelerin bu düzeneğin mutasyonlar sonucunda
ortaya çıktığını savunduklarını söylemektedir. Bu cümleyi okuyan ve
biyoloji hakkında detaylı bilgiye sahip olmayan bir okuyucu da bu
iddianın bilimsel bir açıklama ve ispatlanmış bir gerçek olduğunu
zannedebilir. Oysa; “Bu düzeneğin (antikorun antijeni tanıması) oluşması
da rastlantı ile meydana gelen mutasyonlardır şeklinde
savunulmaktadır.” cümlesi, içi tamamen boş, hiçbir bilimsel değeri
olmayan ve yalnızca okuyucunun dikkatini dağıtmaya, etki altına almaya
yönelik hazırlanmış bir cümledir.
 |
 |
 |
|
1) Savunma hücreleri vücuda yeni giren yabancı
hücreleri hemen teşhis ederler. Aynı anda yabancıya karşı kullanılacak
etkili silahları da -uygun antikoru- anında tespit edip üretebilirler.
|
2) Antikorlar antijenlerle birleşerek onları
yok ederler. Ancak burada dikkat çekici olan nokta vücut hücrelerinin
düşmanlara birebir uyan silahlar üretmesidir.
|
3) Görüldüğü gibi antikorlar antijenlere tıpkı
anahtarın kilide oturması gibi üç boyutlu bir yapıda kenetlenir ve
antijeni etkisiz hale getirirler.
|
|
Bu etki altına alma ve aldatma yöntemi aslında dünya
hakkında hiçbir bilgisi olmayan, hatta hafızasını tamamen kaybetmiş bir
insanı kelime oyunları ile kandırmaya benzer. Bu kişi, içi son derece
ileri teknoloji ile donatılmış bir gökdelenin önüne getirilse ve
kendisine bu binanın bir “deprem” sonucunda oluştuğu söylense şüphesiz
kişinin -mantıken böyle bir şeye kesinlikle inanmasa da- aksini
ispatlayabilme imkanı o an için yoktur. Ama herşeye rağmen aklı ve
vicdanı ile düşünen insan, böyle bir olayın gerçekleşemeyeceğini takdir
edebilir.
Kompleks bir hücrenin mutasyonla meydana geldiğini söylemek de
yukarıdaki örnekten farksızdır. Herşeyden önce hücre bir gökdelenden çok
daha üstün bir teknolojiye sahiptir. Hatta birçok bilim çevresi
hücrenin insanoğlunun karşılaştığı en üstün ve kompleks yapı olduğunu
söyler. İkincisi hücreye sahip olduğu özellikleri kazandırdığı iddia
edilen mutasyonun hücre üzerindeki etkisi, genel olarak bir depremin
gökdelen üzerindeki etkisinden çok daha yıkıcı ve tahrip edicidir.
Böylesine tahrip edici bir faktörün, yüzbinlerce farklı antijen için
yüzbinlerce farklı antikor üretebilen, insan hafızası ve zekasından
üstün bir beceriye sahip bir hücreyi tesadüfen üretebilmesi kesin olarak
imkansızdır.
Kaldı ki evrim teorisine göre hücre tek bir mutasyon sonucunda değil,
birbirini takip eden birçok mutasyon sonucunda bu özelliklere sahip
olmuştur. Bu da birbirini takip eden birçok depremin bir şehir imar
etmesine benzer.
Bilimsel gerçeklere ters düşerek mutasyonların her birinin hücreye
faydalı bir özellik kazandırdığını, her ne kadar imkansız olsa da- kabul
edelim. Ancak bu da yeterli değildir. Çünkü savunma hücresinin, sahip
olduğu özellikleri kazanabilmek için milyonlarca yıl beklemeye zamanı
yoktur. Çünkü savunma hücresi görevini yapamazsa, bu canlı için kesin
ölüm anlamına gelir. Savunma hücreleri bütün özellikleri ile canlının
bedininde ilk andan itibaren bulunmak zorundadır.
Ayrıca savunma hücreleri yalnızca üstün bir üretim yeteneğine sahip
değildir. Savunma sisteminde birbirlerinden farklı özellik ve görevlerde
birçok hücre vardır. Bu hücrelerin adeta disiplinli bir ordu gibi kendi
aralarında sahip oldukları iletişim, düzen, emir komuta zinciri gibi
özellikleri gözönüne alındığında, evrim teorisinin tesadüf açıklamasının
bilimin karşısında nasıl çöktüğü bir kez daha anlaşılmaktadır.
Savunma hücrelerinin başka canlıların vücut yapılarını tahmin edebilme
ve buna göre taktik belirleme yetenekleri en ince ayrıntısına kadar
Allah tarafından yaratılmıştır. Allah üstün kudret sahibi olandır.
“Sizin İlahınız yalnızca Allah’tır ki, O’nun dışında İlah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır.” (Taha Suresi, 98)
KANIN HAYATİ PARÇASI: PLAZMA
Kan hücrelerinin (alyuvarlar, akyuvarlar) içinde yüzdükleri sıvının ismi
kan plazmasıdır. Kan plazması da basit bir sıvı değil, içinde birçok
özel madde bulunan özel bir karışımdır. Plazma, %90-92 oranında su, %6-8
oranında protein, ayrıca eriyik halinde tuz, glikoz, yağ ve aminoasit,
karbondioksit, azotlu atık ve hormonlar içeren sarımsı bir sıvıdır.
Plazma yediğiniz yiyeceklerden elde edilen besinleri vücudun içine
dağıtır. Hücrelerin ürettikleri artık maddeleri de bedenden
uzaklaştırmak için ilgili organlara iletir. Eğer plazmanın bu
taşıma-nakliye görevi olmasa, yenilen besinler hiçbir işe yaramaz,
dokulara besin ulaşamaz, üretilen artık maddeler uzaklaştırılamadığı
için vücut hemen zehirlenirdi.
Plazmanın diğer başlıca görevleri;
- kan basıncının belirli bir düzeyde tutulmasını sağlamak,
- vücutta ısının eşit olarak dağılmasına yardımcı olmak,
- kan ile diğer dokuların asitliğini belirli bir düzeyde tutmaktır.
Plazma proteinlerinin her birinin farklı fonksiyonları vardır. Bu
proteinlerin üç ana çeşidi; albumin, fibrinojen ve globülinlerdir.
Albumin, sayıca en
fazla olan plazma proteinidir. Vücutta bir anlamda taşıyıcı görevi
görür. Albuminin en önemli görevi ise kılcal damarlardan çevre dokulara
aşırı sıvı geçişini önlemektir.Bu görevin önemini anlamak için
besinlerin vücutta nasıl bir yol izlediklerine göz atmakta fayda vardır.
Besin maddelerinin atardamarlardan gereken dokulara ulaşabilmeleri için
öncelikle doku duvarını aşmaları gereklidir. Besin duvarı, çok küçük
gözeneklere sahiptir. Buna rağmen hiçbir madde kendiliğinden bu duvardan
geçemez. Bu geçişte etkili olan faktör kan basıncıdır. Tıpkı bir elekte
olduğu gibi kanın sıvı kısmı ve en küçük moleküller basınçla duvardan
geçerler. Eğer böyle bir engel olmasaydı ve bu maddeler dokulara aşırı
miktarda ulaşabilseydi, vücutta ödem oluşurdu. İşte albumin, kandaki
yüksek yoğunluğu nedeniyle suyu, bir süngerin yaptığı gibi emer ve bu
tehlikeyi önlemiş olur. Bu sistem şöyle çalışır: Su ve erimiş haldeki
maddelerin çoğu kılcal damar duvarından rahatlıkla geçebilirler. Ancak
proteinler için bu geçiş mümkün değildir. Bu yüzden damar içinde kalan
albumin gibi proteinler geçiş yerinde bir basınç oluşturur ve sıvının
dışarı çıkmasını önlerler. Albumin; kolestrol gibi yağları, hormonları
ve bir safra kesesi maddesi olan zehirli sarı bilirubini kendisine
bağlayarak tutar. Ayrıca civa, penisilin ve diğer bazı ilaçları da tutar
ve geçişlerine izin vermez. Bundan başka zehirleri karaciğerde bırakır,
besin maddelerini ve hormonları ise vücut içinde ihtiyaç duyulan
yerlere götürür. Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1998,sf.66-67
 |
Plazma kanın önemli bir bölümünü oluşturur. Plazmanın
içinde bulunan gerek proteinler gerekse tuzlar, insan için hayati önemi
olan işlemleri yerine getirirler. Örneğin kanın pıhtılaşması, zehirlerin
vücuttan uzaklaştırılması, besin maddelerinin taşınması plazmadaki
proteinlerin görevlerinden birkaçıdır. Plazma vücuttaki taşıma-nakliye
görevini hiç aksamadan, karışıklık çıkmadan yerine getirir. Bütün
insanların plazmalarında bu proteinler bulunur ve hepsi aynı görevleri
yerine getirirler. Plazma sıvısını oluşturan proteinlere sahip oldukları
aklı veren elbette ki herşeyin Rabbi olan Allah’tır.
|
|
Öge
|
Temel Fonksiyonları
|
|
Su
|
Diğer maddeleri taşıma
|
|
Tuzlar (elektrolitler)
sodyum
potasyum
kalsiyum
magnezyum
klorür
bikarbonat
|
Ozmotik denge,
pH değişimini
önleme ve zar
geçirgenliğinin
düzenlenmesi
|
|
Plazma Proteinleri
albümin
fibronojen
globülinler
|
Ozmotik denge,
pH değişimini önleme,
kanın pıhtılaşması,
savunma ve lipid taşınması
|
|
Plazmada bulunan başka bir protein olan fibrinojen ise
kanın pıhtılaşmasında önemli bir rol oynar. Kandaki diğer bir protein
olan globülinlerden gamma olanlar, vücudun belirli bir enfeksiyonla
uyarılması sonucunda oluşan koruyucu maddeler olan antikorlar gibi
hizmet verirler.
Bunlar kanda bulunan proteinlerden sadece birkaç tanesidir. Bunlardan
başka oksijen, azot ve karbondioksit gazları da plazmada erimiş halde
bulunur. Kanda bulunan katı maddelerden olan glikoz ise oldukça önemli
bir maddedir. Glikoz beynin yakıt maddesi olarak kullanılmaktadır. Bu
nedenle kandaki seviyesi hormonlarla sabit tutulur. Eğer kandaki glikoz
miktarı belli bir oranın altına düşerse aşırı uyarılma, bayılma,
kaslarda titreme ve bir müddet sonra komayla birlikte ölüm ortaya çıkar.
İnsan yaşamında son derece büyük öneme sahip olan kandaki bu maddelerin
her biri özel bir tasarımın ürünüdür. Yaptıkları işler ve genel
özellikleri düşünüldüğünde bu açıkça görülmektedir.
Görüldüğü gibi kandaki maddelerin tümü birbiriyle bağlantılı ilişkiler
içindedir. Maddelerden tek bir tanesinin olması ya da normal şartlar
altında olması gerekenden farklı özelliklerde ya da miktarda olması
insan vücudu için ciddi sorunlara yol açmaktadır. Bütün bunlar insan
için hayati öneme sahip olan kanımızın bütün özellikleriyle birlikte
Allah tarafından yaratılmış olduğunu göstermektedir.
KANIN PIHTILAŞMASI
İnsan bedeninin hemen her bölümüne milyonlarca borudan oluşan bir
tesisat -damarlar- döşenmiştir. Bu boru tesisatının içinde hiç
durmaksızın akan bir kan nehri vardır. Zaman zaman insan bedeninde
meydana gelen küçük bir çizik veya kesik sonucunda, derinin hemen
altında bulunan bu boruların içinde akan kan dışarı sızar. Normal
şartlarda olması gereken, vücuttaki bütün kanın -tıpkı dibinde delik
açılmış bir su şişesi gibi- bu delikten dışarı akması ve küçük bir
çiziğin bile insanı kan kaybından öldürmesidir. Ancak bu gerçekleşmez.
Söz konusu deliğin etrafında kan pıhtılaşmaya başlar ve pıhtılaşan kan,
deliği adeta bir tıpa gibi tıkar. Bu durum, dibi delinen bir şişenin
içindeki suyun dışarı akmamak için deliği onarmasına ve sertleşerek
deliği tıkamasına benzer.

Bu,
kuşkusuz büyük bir mucizedir. Kanın bu özelliği dünyadaki her insanın
hayatını kurtarmaktadır. Aksi takdirde çok küçük bir yara bile
insanların ölümüne neden olacaktır. Ancak insanlar gözlerinin önünde
bulunan ve kendi hayatlarını koruyan bu mucize hakkında hiç düşünmezler.
Peki bu büyük mucize nasıl gerçekleşir? Kan nasıl pıhtılaşır? Bu
sorunun cevabı incelendiğinde çok açık bir yaratılış mucizesi ortaya
çıkar.
Pıhtılaşma olayı, tıpkı otoyolda meydana gelen kazaya acil çağrılarla
yetişen devriye ve ambulansların ilk yardımlarını anımsatan bir olaydır.
Vücudun herhangi bir bölgesinde bir kanama olduğunda ilk yardım
trombosit adı verilen kan plakçıklarından gelir. Trombositler kanın
içinde dağınık olarak dolaşırlar, bu nedenle kanama vücudun neresinde
olursa olsun mutlaka o bölgeye yakın, devriye gezen bir trombosit
vardır.
“Von Willebrand” isminde bir protein ise, kaza yerini işaret ederek
yardım isteyen bir trafik polisi gibi, trombositleri gördüğünde önlerini
keser ve olay yerinde durmalarını sağlar.
Olay yerine gelen ilk trombosit, tıpkı telsizle yardım
ister gibi, özel bir madde salgılayarak, diğer ekipleri olay yerine
çağırır. Gözle görülemeyen bir hücre ortada bir problem olduğunu
anlamakta ve diğer mekanizmalarla haberleşebilmektedir. Diğer ekipler
kendilerine gelen mesajı anlamakta ve kendilerinden isteneni
yapmaktadırlar. Vücudunuzun küçük bir noktasında gözle görülemeyen
varlıklar birbirleri ile haberleşmekte ve bir organizasyon
gerçekleştirmektedirler.
Bu arada, vücutta yer alan 20′ye yakın enzim biraraya gelerek yaranın
üzerinde trombin adında bir protein üretmeye başlar. Bu enzimlerden tek
bir tanesinin olmaması sistemin işlememesi ve insanın hayatını
kaybetmesi anlamına gelmektedir. Ancak herşey planlanmış ve sistem
kusursuz bir şekilde kurulmuştur.
Trombin sadece açık yaranın olduğu yerde üretilir. Bu, olay yerinde
bulunan ilk yardım ekibinin, hasta için gereken ilacı olay yerinde imal
etmeleri gibi bir olaydır. Üstelik bu üretim tam ihtiyaç kadar
olmalıdır. Ayrıca bu proteinin üretimi tam zamanında başlamalı ve tam
zamanında durdurulmalıdır. Başlama ve durdurma emrini trombini üreten
enzimler kendi aralarında verirler.
Yeteri kadar bu proteinden üretildikten sonra
fibrinojen adında iplikçikler oluşturulur. Bu iplikçiklerin çok önemli
bir görevi vardır: Kanın üzerinde bir ağ oluştururlar ve gelen
trombositler bu ağa takılarak birikir. Bu birikim yoğunlaştığında ise
kanın dışarı akışı durur. Yara tamamen iyileştiğinde ise kan pıhtısı
yine benzer işlemlerle çözülür. Michael Behe, Darwin’s Black Box, New
York: Free Press, 1996, s.79-97
 |
Solda pıhtılaşmayı sağlayan hücreler, sağda
ise fibrin iplikçiklerinin kan hücrelerini hapsedişi yani pıhtılaşma
olayı görülüyor.
|
 |
|
Şimdi biraz durup düşünelim: burada bahsedilen enzimler,
proteinler, cansız, şuursuz, kör atomların farklı şekillerde
dizilmelerinden oluşmuş yapılardır. Bunların her biri, yaralanma
olayının en başından beri bir görev üstlenerek, en acil şekilde akan
kanı durdurmak için organize olurlar, ilaç üretir gibi gerekli
proteinleri üretirler, yardım için diğerlerine haber gönderirler,
diğerleri haberin mahiyetini anlayıp derhal olay yerine gelir ve her
biri görevini eksiksizce yerini getirir.
Sistem en küçük ayrıntısına kadar kusursuz bir şekilde çalışmaktadır.
Eğer bu hayati sistemde bir aksaklık olsaydı ne olurdu düşünelim: Yara
olmadığı halde kan birdenbire pıhtılaşmaya başlasaydı ya da yaranın
etrafında oluşan pıhtı bulunduğu yerden ayrılsaydı ya da pıhtılaşmada
rol alan proteinler arasındaki haberleşmede aksaklıklar olsaydı…
Bunlardan herhangi birinin olması durumunda kalp, akciğer veya beyin
gibi hayati organlara giden yollarda tıkanma, kan kaybından ölme gibi
durumlarla karşılaşırdık.
Kanın pıhtılaşması denince, sadece gözle görülür yaralardaki pıhtılaşma
akla gelmemelidir. Gün içinde çok sık başımıza gelen, ancak çoğu zaman
fark etmediğimiz kılcal damar parçalanmalarının tamir edilebilmesi için
de pıhtılaşma sisteminin olması zorunludur. Bacağınızı masanın kenarına
ya da salonun ortasındaki sehpaya çarptığınızda çok sayıda kılcal
damarınız parçalanır. Bu durum iç kanamalara yol açar ancak pıhtılaşma
sistemi sayesinde kanama hemen durur ve arkasından tamir işlemi başlar.
Pıhtılaşma sistemi olmasaydı ne olurdu? Hemofili olarak nitelendirilen
hastalık ortaya çıkardı. Hemofili rahatsızlığı olan kişilerin en ufak
bir darbeden bile korunmaları gerekir. Çünkü özellikle hastalığın ileri
aşamalarında çok ufak bir kanama bile durdurulamaz, bu da hastanın kan
kaybından ölümüne neden olur.
Kanımızdaki pıhtılaşma özelliği mutlaka olmak zorundadır. Üstelik çok
sıkı bir denetime tabi tutulması da gerekmektedir. Verilen bilgilerde de
çok açık bir şekilde görüldüğü gibi böyle bir sistemin, canlı vücudunda
tesadüfen oluşması kesinlikle imkansızdır. Her detayı ayrı bir plan ve
hesap ürünü olan bu sistem, Allah’ın sonsuz ilminin, aklının ve gücünün
bir göstergesidir. Bu sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek ise,
Darwinistler’in mantık çöküntüsünü sergilemesi açısından son derece
ibret verici bir olaydır.
Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)
SİHİRLİ MADDE TROMBİN
Trombin kanı pıhtılaştıran bir proteindir. Ancak, trombin kanın içinde
dolaşmasına rağmen, geçtiği yerlerdeki kanı pıhtılaştırarak normal
akışın durmasına neden olmaz. Trombin sadece damarlardan birinde kanama
olduğunda kanı pıhtılaştırır. Peki, trombin gerektiği anda pıhtılaştırma
özelliğini nasıl kazanabilmektedir?
Trombin, genelde kanda aktif olmayan protrombin halinde mevcuttur. Aktif
olmadığı için protrombin, fibrinojeni işleme sokarak pıhtılaşma için
gerekli olan fibrin maddesinin oluşmasını sağlamaz. Böylece canlı,
kontrolsüz bir pıhtılaşmanın ölümcül etkilerinden korunmuş olur.
Şimdi düşünelim: Eğer, kanın pıhtılaşması sisteminde sadece fibrinojen
ve protrombin görev alsaydı bu durum ölümcül sonuçlar getirebilirdi.
Böyle bir durumda, kişi yara aldığında, kanın içinde amaçsızca dolaşan
protrombin, fibrinojenin yanından geçip gidecek, ve kişi kan kaybından
ölecekti. Bu duruma göre; protrombin fibrinojeni fibrine dönüştürme
özelliğine sahip olmadığı için vücutta protrombini harekete geçirecek
bir mekanizmaya ihtiyaç vardır. Nitekim bu sistem insan vücudunda
mevcuttur.
Pıhtılaşma işleminde, Stuart faktörü denilen başka bir protein de
protrombine etki eder ve onu aktif trombine dönüştürür. Ancak bu şekilde
trombin, fibrinojeni fibrine dönüştürür ve kan pıhtısını oluşturur.
Fakat burada çok önemli bir detay daha vardır: Eğer, Stuart faktörü ve
protrombin ile fibrinojen, kanın pıhtılaşmasında rol oynayan tek
proteinler olsaydı; Stuart faktörü etkisini hemen başlatacak ve
organizmanın kanını kurutacaktı. İşte bu nedenlerden dolayı Stuart
faktörü de kanda aktif durumda bulunmamaktadır ve harekete geçmesi için
aktifleştirilmesi gerekmektedir.
Pıhtılaşmanın bu noktasında durum daha da dikkat çekici bir hal
almaktadır. Aktif durumdaki Stuart faktörü de protrombini harekete
geçirmeye yeterli değildir. Stuart faktörü ve protrombini bir test
tüpüne koyup karıştırabilirsiniz, fakat bu sırada trombin oluşana kadar
kişi kanamadan ölüp gidecektir. Stuart faktörünün harekete geçebilmesi
için de akselerin adında başka bir protein gereklidir. Bütün bunların
biraraya gelmesiyle akselerin ve aktif Stuart faktörü protrombini hemen
etkileyip trombine dönüştürür ve kanama durdurulur.
Buraya kadar anlatılan aşamaların özeti; bir proenzimi aktifleştirebilmek için, iki ayrı proteine ihtiyaç duyulduğudur.
Ancak pıhtılaşmadaki birbirine bağlı işlemler bu kadarla da sınırlı
değildir. Aslında akselerin de başlangıçta aktif olmayan proakselerin
durumundadır. Peki bu proteini ne aktifleştirmektedir?
Trombin! Fakat trombin hatırlayacağınız gibi bu
zincirleme olayda, proakselerinin durduğu yerden daha aşağıdadır. Bu
durumda akselerin üretiminde rol oynayan trombin, torunun anneannenin
doğumundan önce var olmasına benzer. Ne var ki, Stuart faktörünün
protrombini çok yavaş bir hızda kesmesi nedeniyle, kanda her zaman bir
miktar trombin bulunmaktadır. (Michael Behe, Darwin’s Black Box, New
York: Free Press, 1996, s.85-90)
Buraya kadar anlatılanlar pıhtılaşma ile ilgili son derece yüzeysel
bilgilerdir. Ancak bu kısıtlı bilgilere rağmen, pıhtılaşma gibi
hayatımız boyunca çok sık karşılaştığımız bir olayın ne kadar kompleks
ve tasarım harikası olduğunu anlamak mümkündür. Onlarca parçanın
birbirine bağımlı olarak işlev gördüğü ve bir tanesinin bile bir kez
dahi görevini aksatmadığı bu sistemin tesadüfler sonucunda oluştuğunu
öne sürmek ise, bir insanın hayatı boyunca karşılaşabileceği en
mantıksız, en akıl dışı iddiadır.
Dahası, evrimciler canlıların aşama aşama evrimleştiklerini iddia
ederler. Oysa, pıhtılaşma olayında da görüldüğü gibi, tüm proteinler ve
enzimler, pıhtılaşmanın gerçekleşebilmesi için birbirine bağımlıdır ve
biri olmadan diğerleri hiçbir işe yaramamakta, hatta canlının ölümüne
neden olmaktadır. Dolayısıyla, canlının, diğer parçaların tamamlanmasını
beklemek gibi bir şansı ve vakti olmayacak ve canlı yok olacaktır.
İnsan evrimleşmemiştir. Şu anda ne görünüme sahipse, ne gibi fiziksel ve
kimyasal özellikleri varsa bundan milyonlarca yıl önce ilk ortaya
çıktığında da bu özelliklere sahiptir. Bu da insanın bir anda Allah
tarafından yaratıldığının açık delillerindendir.
De ki: “Siz, Allah’ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz
mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde
bir ortaklığı mı var? Yoksa Biz onlara bir kitap vermişiz de onlar
bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler,
birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar. (Fatır Suresi, 40)