Yeni doğmuş 2-3 kilogramlık bir çocuğun 20-25 sene sonra 1.80 cm
boyunda, 75-80 kilo ağırlığında bir insan olmasını sağlayan, besinlerin
sindirilmesidir. Aradaki bu muazzam kütle farkının kaynağı, çocuğun
aldığı besinlerin içindeki maddelerin zaman içinde vücuduna
katılmasıdır. Bu besinlerin bir kısmı yaşam için gerekli olan enerjiyi
sağlar, bir kısmı ise vücuda eklenir ve insanın eti, kemiği haline
gelir. İşe yaramayan kısımlar ise vücuttan atılır.
Sindirim sistemi yeryüzünün en üstün rafineri sistemini içerir. Bu
rafinerinin içine alınan maddeler önce hammaddelerine ayrılır, daha
sonra bu hammaddeler kullanılmak üzere vücudun gerekli bölgelerine
gönderilir. Parçalanan maddeler birbirlerinden çok farklı olduğu gibi,
ortaya çıkan yeni maddeler de birbirlerinden çok farklıdır.
Sindirim sisteminin işleyişini bir petrol rafinerisinin çalışmasına benzetmek mümkündür. Bir petrol rafinerisinde hammadde olarak rafineriye giren petrol, çeşitli işlemlerden geçerek aşamalı olarak parçalanır ve bu sırada birbirinden farklı ürünler elde edilir. Rafineride gerçekleşen kompleks işlemler sonucunda arabanıza enerji veren benzinin yanısıra üzerinde yürüdüğünüz asfaltın hammaddesi ve kullandığınız plastik ürünler de üretilir.
Aynı şekilde sindirim sonucunda da çok çeşitli maddeler
ortaya çıkar. Ancak sindirim sisteminde gerçekleşen olaylar, bir
rafineride gerçekleşen olaylardan çok daha komplekstir ve çok daha üstün
bir çalışma sistemi sayesinde meydana gelmektedir. Ayrıca bu işlemler
son teknoloji ile donatılmış bir rafineride değil, sizin bedeninizin
içinde gerçekleşir. Sabah kahvaltıda yediğiniz besinler siz günlük
uğraşlara dalmışken, okulda ders dinlerken veya yolda yürürken, size hiç
hissettirilmeden bu muazzam rafinerinin içinde binlerce değişik
kimyasal işleme tabi tutulur.
|
Bu kimyasal işlemlerin gerçekleşmesi için uzun bir
kanala ihtiyaç vardır. Kanalın her noktasında da kanal içinde yer alan
maddeleri değişime uğratacak özel rafine sistemlerinin bulunması
gerekir. Söz konusu kanalın uzunluğu en az 8-10 metre olmalıdır.
Ancak insan vücudu ortalama 1.70-1.80 m. uzunluğundadır. Bu durumda 10
metrelik bir kanal sisteminin, kendisinin yaklaşık beşte biri
uzunluğundaki bir bedenin içine sığdırılması gerekmektedir. Bu da
şüphesiz özel bir endüstriyel tasarım gerektirir. Nitekim insan vücudu
bu tasarıma sahip olarak yaratılmıştır. Söz konusu kanal (ağız, yemek
borusu, mide, incebağırsak ve kalınbağırsak) insan bedeninin içine özel
bir plan doğrultusunda yerleştirilmiştir. Bu plan dahilinde 10 metrelik
sindirim sistemi 1.70 m. uzunluğundaki bir bedenin içine özenle
paketlenmiştir.
Yenilen her besin, vücudunuza girdikten sonra sindirim kanalı içinde
yaklaşık 10 metrelik bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk sırasında besinler
bir dizi mekanik ve kimyasal olaya tabi tutulurlar. Yiyecekler beş
bölümlü 10 metre uzunluğundaki kanaldan sırayla geçerken, bir yandan
öğütme, yoğurma ve çalkalama gibi mekanik hareketlerle, bir yandan da
çeşitli salgı bezlerinin bu kanala boşalttıkları özsuların kimyasal
etkisiyle sindirilirler.
Sindirim ağızda başlayıp midede ve incebağırsakta sürer. Besinlerdeki
yararlı maddelerin kan damarlarıyla emilip dolaşıma karışması ise
incebağırsaklarda gerçekleşir. Kalınbağırsak ise sindirilmeyen yararsız
maddelerdeki suyun emilip geri kalan posanın vücuttan dışarı atıldığı
yerdir.
RAFİNERİ GİRİŞİ
Yemeği ağzınıza götürmenizle beraber sindirim sistemi harekete geçer.
Ağza alınan yiyecek dişler tarafından parçalanır ve öğütülür.
Dişler bu işlem için özel olarak tasarlanmışlardır. Bilinen en sert
organik madde olan -diş minesi- ile kaplanmışlardır ve aynı zamanda da
kimyasal maddelere karşı da çok dayanıklıdırlar.
Her diş görevine uygun bir şekle sahiptir. Örneğin ön dişler keskindir,
yiyeceği koparır. Köpek dişleri sivridir, besini yırtar, parçalar. Azı
dişleri ise besini öğütebilecek şekilde tasarlanmıştır. Eğer ağzımızdaki
dişlerin hepsi aynı cins olsaydı, örneğin 32 köpek dişi veya 32 kesici
dişe sahip olsaydık yemek yememiz hemen hemen imkansız hale gelirdi.
Dişlerdeki tasarımın bir başka örneği de dişlerin diziliminde görülür.
Her diş olması gerektiği yerdedir. Kesiciler olmaları gerektiği gibi ön
tarafta, azılar yine olmaları gerektiği yerde arka taraftadır. Bunların
yerinin değiştirilmesi bile dişleri tamamen kullanışsız hale
getirebilir.
|
Birbirinden bağımsız olan üst ve alt dişler arasında da
kusursuz bir uyum vardır. Her iki bölgedeki dişler, çene kemiği
kapandığı zaman tam olarak birbirlerinin üzerine oturacak şekilde
tasarlanmıştır. Örneğin tek bir azı dişiniz diğer dişlerden daha uzun
olsa veya üzerinde fazladan bir çıkıntı bulunsa, ağzınızı
kapayamazdınız. Bu durumda konuşma ve yemek yeme gibi çok basit
ihtiyaçlarınızı dahi karşılayamaz duruma gelirdiniz.
Yeni doğmuş bebeklerin ağızlarında ise diş yoktur. İlk günlerinde tek
besinleri anne sütü olduğu için buna ihtiyaçları da yoktur. Fakat
zamanla katı besinlerle beslenme çağı geldikçe, bebeklerin ağızlarındaki
yumuşak damağın içinde bazı değişiklikler olur. Burada bulunan bazı
hücreler bir sinyal almış gibi aniden kalsiyum depolamaya başlar. Daha
sonra bu milyonlarca hücre biraraya gelerek bir düzen içinde, ne
yapmaları gerektiğini biliyorcasına üst üste ve yan yana dizilirler. Çok
fazla kalsiyum depolayan hücreler bir süre sonra ölürler. İşte bu ölü
hücreler dişlerin gövdesini oluşturacaktır.
Milyonlarca hücre önce kalsiyum depolayıp ardından yan yana gelerek
büyük bir blok oluşturur. Bu bloğun şeklini de yine bloğu inşa eden
hücreler belirlerler. Bu noktada yine büyük bir yaratılış mucizesi
görülmektedir. Örneğin alt damakta bulunan hücreler, kendilerinden
uzakta bulunan üst damaktaki hücrelerin nasıl bir şekil inşa ettiklerini
çok iyi bilirler. Her iki hücre grubu da ürettiği dev bloğu, kendisine
karşı gelecek blokla birbirlerine en uygun şekilde üretirler. Böylece
çene kemiği kapandığı zaman üst damakta bulunan bir azı dişi ile alt
damakta bulunan bir azı dişi birbirlerine en uygun şekilde otururlar. Bu
şekilde herhangi bir uyumsuzluk olması insan için rahatsızlık verici
durumlar oluşturur. Ancak damağın içinde bulunan hücrelerin
gösterdikleri akılalmaz şuur sayesinde 32 kalsiyum bloğu birbirlerine en
uygun şekilde inşa edilir.
Dişlerin dayanıklı yapısı, diziliş sıralaması, sahip oldukları şekiller
ve görevlerinin uyumlu olması gibi detaylar dişlerdeki açık tasarımı
göstermektedir. Hücrelerin şuurlu hareketlerinin ise tek nedeni vardır.
Vücuttaki bütün hücrelere olduğu gibi dişleri oluşturan hücrelere de
sahip oldukları özellikleri veren üstün güç sahibi Allah’tır.
|
VÜCUDUMUZDAKİ KORUYUCU BAKTERİLER
Son yıllarda insan vücudunda faaliyet halinde olan yeni bakteriler
keşfedilmiştir. Dilin arka kısmında bulunan bu bakterilerin görevi
midedeki zararlı mikropları öldürmektir. Fakat bu mikropların
öldürülmesi tahmin ettiğiniz gibi basit değildir. Bakteriler bu işte
sadece kimyasal sentez yapan parçacıklar rolündedirler. İşin daha birçok
yönü vardır. Adeta bir domino oyunu gibi ilerleyen bu sistemde aradan
alınan tek bir taşın eksikliği tüm sistemin durması için yeterlidir.
Çünkü her bir parça, domino oyununda olduğu gibi birbirini etkileyerek
çalışmaktadır. Bakterilerin faaliyete geçebilmesi için gerekli sistemi
şöyle özetleyebiliriz:Yeşil yapraklı gıdaların içinde bulunan nitrat, dilin arka kısmında oksijen erişmeyen yarıklarda bulunan bakteriler tarafından nitrite dönüştürülür. Üretilen nitrit tükürükteki asitle karşılaştığında ise tekrar form değiştirerek mikrop öldürücü etkisi olan nitrik oksit oluşur. Bakteriyi bulan İskoçya Aberdeen Fakültesi’nden Prof. Nigel Benjamin bu bakterileri şöyle tanımlıyor: Birden zihnimizde bir şimşek çaktı. Nitrit yediğimiz yiyeceklerle karışması için ağızda özellikle yapılıyordu; besinlerle karşılaşıp, bol miktarda nitrik oksit üretecek şekilde asitleşiyor, böylece de gıdalarımızla beraber aldığımız tüm zararlı mikropları öldürebiliyordu! (Bilim Teknik Dergisi, Sayı:340, s.49) Bilim adamları bu bakterilerin varlığını çok yakın bir zamanda keşfetmişlerdir. Ancak insan ilk yaratıldığından beri nitrit üreterek bizi asitlerden koruyan bakteriler vardır. Allah insanı bildiği ve bilmediği pek çok yönden korumaktadır. Bunlara benzer örnekler Allah’ın sonsuz şefkatinin üzerimizdeki tecellilerindendir. Her insanın yapması gereken bu nimetlere şükretmektir. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18) |
Besinler bir yandan dişler tarafından öğütülürken, bir yandan da
kimyasal bir saldırıya uğrarlar. Bu saldırıyı gerçekleştiren ise tükürük
sıvısıdır.
Günlük hayatta hiç kimse ağzındaki bu sıvının farkında olmaz; salgılanıp
salgılanmadığını, miktarının çokluğunu azlığını kısacası bu konuyla
ilgili hiçbir detayı genellikle düşünmez. Basit bir salgı zannedilen
tükürük salgısı, aslında çok hassas oranlara sahip çeşitli kimyasal
maddeler içeren özel bir karışımdır.
Bu sıvı öncelikle besinlerdeki tadı almamızı sağlar. Besinlerin içindeki
tad veren moleküller, tükürük içinde çözülerek dilin üzerinde bulunan
tad algılayıcı sinir uçlarıyla birleşirler. Ancak bu şekilde yediğimiz
yiyeceklerin tadını alabiliriz. Kuru bir ağızla yenen yiyeceklerin
tadlarının alınmaması da bu yüzdendir.
|
Ağızda birbirinden farklı özelliklere sahip iki farklı
tükürük sıvısı salgılanmaktadır. Bunlardan biri karbonhidratları çok
ince bir şekilde parçalar ve kısmen şekere dönüştürür. Örneğin ekmek bir
karbonhidrattır.
Eğer ağzınıza bir parça ekmek alır ve birkaç dakika
yutmadan bekletirseniz, parçalanan karbonhidratın şeker tadını dilinizde
hissedersiniz. Diğer tükürük sıvısı ise çok yoğun bir kıvama sahiptir.
Bu yapışkan sıvı sayesinde yemek yerken ağzın her tarafına yayılmış olan
yiyecek parçaları biraraya getirilerek lokma şeklini alır.
Peki tükürük salgısı olmasaydı ne olurdu? Elbette ki ağzımızdaki kuruluktan dolayı ne yediklerimizi yutabilir, ne besinlerin tadını alabilir, ne de doğru dürüst konuşabilirdik. Katı hiçbir besini yiyemez, sadece sıvı olanlarla beslenmek zorunda kalırdık. Bu da insan için oldukça zor bir durum olurdu.
Peki tükürük salgısı olmasaydı ne olurdu? Elbette ki ağzımızdaki kuruluktan dolayı ne yediklerimizi yutabilir, ne besinlerin tadını alabilir, ne de doğru dürüst konuşabilirdik. Katı hiçbir besini yiyemez, sadece sıvı olanlarla beslenmek zorunda kalırdık. Bu da insan için oldukça zor bir durum olurdu.
Üç ayrı salgı bezinden salgılanan tükürük, bir yandan yiyecekleri
nemlendirerek yutulmasını kolaylaştırırken, diğer yandan da içerdiği
kimyasal maddeyle yiyeceklerin içinde vücuda faydalı olan parçaların
çözünmesini sağlar.
Ağzımız adeta bir kimya laboratuvarı gibi çalışır ve yediğimiz
besinlerdeki nişastayı parçalar. Tükürükte bulunan ve pityalin adı
verilen enzim bu iş için özel üretilmiş bir kimyasaldır. Pityalin,
nişastayı ayrıştırarak şekere dönüştürür.
Ağızda yapılan sindirim sadece kimyasal değildir. Aynı zamanda dişlerin
yaptığı mekanik bir sindirim de söz konusudur. Bu iki sindirim çeşidi de
birbirlerini tamamlayacak şekilde çalışırlar.
DİLİN SİNDİRİMDEKİ ROLÜ
Mekanik öğütmede dilin de önemli bir rolü vardır. Çok hassas bir tat
ölçme özelliğine sahip olan dil, aynı zamanda yiyeceklerin ağızda
yuvarlanarak boğazdan geçişinde kolaylık sağlar.
Dilin üst yüzeyinde ve yanlarında bulunan
dört farklı tada; acıya, tatlıya, tuzluya ve ekşiye duyarlı 10.000′e
yakın tat noktası vardır. (John Farndon ve Angela Koo, Human Body,
Factfinder, Miles Kelly Publishing Ltd., İngiltere, 1999, s.191 ) İşte
bu tat tomurcukları her gün yediğimiz onlarca çeşit besinin tadını
birbirlerine hiç karıştırmadan algılamamızı sağlar. Öyle ki dil daha
önce hiç tanımadığı bir besinin tadını da kolaylıkla ayrıştırabilir. Bu
sayede hiçbir zaman bir karpuzun tadını greyfurt gibi ekşi olarak
algılamayız veya bir pastaya tuzlu demeyiz. Üstelik tat tomurcukları
milyarlarca insanda aynı besinde aynı tadı algılar. Herkes için tatlı,
tuzlu, ekşi gibi kavramlar aynıdır. Bazı bilimadamları dilin bu
yeteneğini “olağanüstü kimya teknolojisi” olarak adlandırırlar.
|
Peki dilin üzerinde daha az tat noktası olsaydı ne olurdu?
O zaman yediğimiz yiyeceklerin hiçbirinin tadlarını alamazdık. Ne
tatlının, ne ızgaranın, ne ekmeğin, ne de başka bir yiyeceğin tadını
bilemezdik. Her ne yersek yiyelim, hep aynı yavan tadı alırdık. Yemek
yemek zevkli bir nimet olmaktan çıkarak, her gün yapmak zorunda
olduğumuz bir eziyet haline gelirdi. Ancak böyle olmaz ve dildeki özel
tat tomurcukları sayesinde yediğimiz bütün yiyeceklerin tatlarını ayırt
edebiliriz. Bu sayede zevk alarak yemek yeriz.
YEMEK BORUSU
İnsan ağzını hem yemek yemek hem de nefes almak için kullanabilir. Çünkü
yiyeceklerin itildiği yemek borusunun hemen yanında, havanın ciğerlere
çekildiği nefes borusu bulunur. Fakat burada çok önemli bir nokta
vardır. Eğer çiğnenmiş besin, yemek borusu değil de soluk borusuna
kaçarsa, bu, ölüm demektir. İnsan her gün yüzlerce kez yutkunur.
Herhangi bir durumda yanlışlıkla soluk borusuna kaçan bir besin parçası
insanın ölümüne neden olacaktır. Ancak solunum borusunun sürekli kapalı
durması bir çözüm değildir. En akılcı ve pratik çözüm solunum borusunun
açılır kapanır bir engelleyiciye (kapağa) sahip olmasıdır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi insan vücudundaki tasarım kusursuzdur ve
nefes borusunda da olabilecek en mükemmel ve en güvenli sistem vardır.
Nefes borusunun üstünde yer alan ve küçük bir dokudan oluşan bir kapak
yutkunurken otomatik olarak nefes borusunu kapatır. İşte bu sayede yemek
yerken nefes borusuna su veya yiyecek kaçması engellenmiş olur.
Yutkunmadan sonra ise bu kapakçık tekrar yerine gider ve böylece nefes
borusundan hava geçmesi sağlanır.
|
Günlük yaşamda hiç kimse yemek yerken böyle bir
tehlikenin kendisini beklediğinden haberdar değildir. Hiç kimse “Ya
yediklerim soluk boruma kaçarsa, keşke nefes borumda bir kapakçık olsa
da yemek yerken boğazıma yemek kaçmasa” diye düşünmez. Ya da “Acaba
kapakçığım çalışıyor mu, beni boğulmaktan koruyabilecek mi?” gibi bir
endişesi de pek olmaz. Muhtemelen pek çok insan da bu yazıyı okuyana
kadar boğazındaki kapakçığın öneminden haberdar değildir. Ancak bu
kapakçık vardır ve her an, -birkaç saniye önce siz yutkunurken bile-
hayatınızı korur.
Kapakçıktaki bu açık tasarımın detayları vardır. Örneğin normal bir
insanın sahip olduğu kapakçığın yapısı ile bir bebeğin kapakçığının
yapısının aynı olması bebek için tehlikeli bir durum oluşturacaktır. Bu
nedenle bebeklerdeki kapakçık sistemi yetişkinlerinkinden çok daha
farklı bir şekilde çalışır. Bebeklerde bu kapakçık erişkinlerden daha
yukarıda bulunur. Bu sayede bebek nefes alıp verirken rahatlıkla anne
sütü de emebilir. Bebeklerin anne sütü emerken bir yandan ağlayıp bir
yandan boğulmamaları da bu yüzdendir. Eğer bebeklerdeki kapak sistemi de
yetişkinlerdekine benzer bir yapıya sahip olsaydı bebekler anne sütünü
emerken boğulabilirlerdi.
|
Ancak ilk insandan bu yana yaşayan ve halen yaşamakta
olan tüm insanlarda bu ihtiyaç tam olması gerektiği şekilde
karşılanmıştır. Özel bir hastalığı olanlar dışında tüm insanlar bebeklik
dönemlerinde tam olması gereken yapıdaki kapakçıklara sahip
olmuşlardır. Aynı şekilde bu insanlar yetişkin hale geldiklerinde de
kapakçıklarının yapısı yine ihtiyaçlarına göre olmuştur
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder